#Gölgedeki Karanlık #Gölgedeki Karanlık

NET TÜRK TV  / HİKAYE

Yaz sıcaktı o gün, İstanbul’un üzerinde göz kamaştırıcı bir parlaklık vardı. Boğaz’dan gelen meltem, sanki yaşamı hatırlatıyordu insana. Ama bu aydınlık ve rüzgâr, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın içinde kopan kasırgaları dindirmiyordu. Tam 23 kez denemişti hayata veda etmeyi, ama her seferinde hayata geri itilmişti, sanki görünmez bir el onu yaşamın dikenli tellerine tekrar tekrar doluyordu. Başaramamıştı; ne ölümü, ne de yaşamı kabullenmeyi.

Babası Lütfü Bey, annesi Güzide Hanım, yıllardır Ümit’in bitmeyen acılarına şahit olmuştu. Ama artık, tek endişeleri oğulları değil, torunları Vedat’tı.

Vedat... Henüz gençti, ama gözlerinde yaşından çok daha büyük bir keder vardı. Ümit Yaşar'ın defalarca intihara kalkışmasını görmek, ona sadece acı değil, tarifsiz bir öfke yüklemişti. Babasına duyduğu saygı, her atlayışla, her bileğini kesişle biraz daha tükeniyordu. Artık o küçük çocuk değildi; korkudan sarsılan değil, babasının yaşamdan kaçışlarına içerleyen genç bir adamdı.

Dünkü olay hâlâ taptazeydi zihninde. Babası yine denemişti. Yine kendini ölümün soğuk kollarına bırakmak istemişti. Lütfü Bey, oğlunu son anda yakalamış, hastaneye yetiştirmişti. Vedat ise bu sefer daha da içine kapanmıştı. Bu yaşananlar, babasını anlamaya çalışmaktan çoktan vazgeçmesine neden olmuştu. Artık o, bir acıdan değil, kin dolu bir yürekten bakıyordu babasına. Onun başarısızlığına, onun çaresizliğine tahammül edemiyordu. Vedat için bu, sadece bir ölme arzusu değildi; bir haykırıştı, ama yanlış bir haykırış, çaresiz bir çırpınıştı.

Taburcu olmuştu Ümit Yaşar. Hastaneden çıktığında, yüzünde o tanıdık boş bakış vardı. Gözlerinin dibi karanlıktı; sanki orada hiçbir ışık yanmamış, hiç umut barınmamıştı. Ama Vedat’ın gözlerinde bir başkalık vardı o gün. Onun bakışları, uzun zamandır korkudan taşan gözyaşları değil, sessiz bir isyanın yansımalarıydı. Babasının kendini öldürememesi Vedat’ı yıpratmış, ruhunu lime lime etmişti.

Günlerden 6 Haziran 1973’tü. Pırıl pırıl bir yaz günü... Aydınlık, sıcak bir İstanbul sabahı. Galata Kulesi, zamana meydan okuyan o devasa gövdesiyle şehri izliyordu. Ama o sabah, kule sadece şehri değil, bir dramın sahnesi olacaktı. Vedat, o sabah evden çıkarken kimseye veda etmedi. Adımlarında bir kararlılık vardı. Hiç kimse onun son adımlarını atacağını bilemezdi. Kuleye vardığında, etrafına kısa bir bakış attı. Sonra, ne bir tereddüt, ne de bir korku. Kendini boşluğa bıraktı.

Kalabalık feryat etti. İnsanlar koşuşturmaya başladı. “Eyvah!” diye bağıran bir adamın sesi yankılandı meydanda. “Çocuk düştü! Galata’dan düştü!” Kimse anlam veremedi önce, ne olduğunu, nedenini bilmiyorlardı. Etrafında toplananlar, yerde yatan çocuğun cansız bedenine bakıyordu. Biri, onun avcuna sıkıca kapalı olan kağıdı fark etti. Parmakları zorla açtılar ve buruşmuş kağıdı aldılar. Kâğıdın üstünde ince ama net bir yazı vardı. O cümle, sessizliği yırtarcasına yankılandı: “İntihar öyle edilmez, böyle edilir baba.”

Ümit Yaşar Oğuzcan, oğlunun ölüm haberini aldığında, hayatındaki en büyük yarayı açacak olan acıyla tanıştı. O an, Vedat’ın ölümünden önceki denemelerinin hepsi anlamını yitirdi. Galata’dan düşen sadece bir çocuk değildi; umutları, rüyaları, öfkeleriyle birlikte hayattan kopan bir canın, sessizce veda edişiydi. Vedat, babasına bir ders vermek istemişti belki de ama bu ders, Ümit Yaşar’ın hayatı boyunca taşıyacağı en ağır yük olmuştu.

Ümit, o gün oğlunun ardından yazdı “Bir adam düştü Galata Kulesi’nden” şiirini. Her dizesinde bir ağıt, her kelimesinde bir vicdan azabı vardı. Vedat’ın ardından, Ümit Yaşar ne zaman kalemini eline alsa, satırlar kâğıda değil, kalbine dökülüyordu. Çünkü her kelime, oğluna yazılmış bir veda, her dize, hiç kapanmayacak bir yaranın kanayışıydı.

Ve dünya o yaz günü ne kadar aydınlık olursa olsun, Ümit Yaşar’ın içinde artık ebedi bir karanlık vardı.

“…

Bir adam düştü Galata Kulesi'nden,
Kendini bir anda bıraktı boşluğa,
Ömrünün baharında,
Bütün umutlarıyla birlikte,
Paramparça oldu...

Bir adam düştü Galata Kulesi'nden,
Bu adam benim oğlumdu.

…”

Bu şiir, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın içindeki o tarifsiz acının bir yansımasıydı. Kendi ruhunu kurtarmak için çıktığı yolda, oğlunun kaybıyla karanlığın en derinlerine saplanmıştı.

*  *  *

İstanbul, yine kalabalık, gürültülü ve canlıydı o gün.. Hayat akıp giderken, Ümit Yaşar Oğuzcan'ın ruhu ise bu şehrin köşelerine sıkışmış, her anıyla yaşamın ağırlığını omuzlarında taşıyordu. Ömrü boyunca bu ağırlıktan kurtulmayı denemişti; şiirlerinde haykırdığı acılar, onun hayattan kaçışını anlatan sessiz çığlıklarıydı.

O, şairdi; ama kelimelerle ifade ettiği hüzün, yalnızca kâğıda dökülen dertlerden ibaret değildi. Kendi içinde kopan fırtınaları dindirmeye yetmemişti hiçbir şiir. Çünkü Ümit Yaşar Oğuzcan’ın hayatı, acı ve trajedi ile şekillenmişti.

1926 yılında Tarsus’ta doğmuştu Ümit Yaşar. Çocukluğu, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki büyük değişimlerle geçmişti. Gençliğinde hukuk eğitimi almış, devlet memurluğu yapmıştı. Ama o memuriyet, onun için bir kaçıştan öteye gidememişti. Asıl kaçışını, şiirlerinde aramıştı. Kısa sürede şiir dünyasında tanınmaya başlamış, dergilerde, gazetelerde yazmaya başlamıştı. Ancak her bir şiir, onun içindeki boşluğu doldurmuyordu; tam tersine, onu daha derinlere çekiyordu.

Hayatının en büyük acılarından biri, içindeki bu derin boşluktu. Ümit Yaşar, yaşadığı her olayda, her kayıpta biraz daha eksilmişti. Onun içsel dünyasında, karanlık hep biraz daha büyümüş, hayata olan bağlılığı her geçen gün biraz daha kopmuştu. Defalarca intihara teşebbüs etmiş, her defasında hayata geri dönmek zorunda kalmıştı. Bu başarısızlık, onda hem bir öfke hem de derin bir yenilgi duygusu yaratıyordu.

Babası Lütfü Bey, her denemesinde onu hastanelere yetiştirmiş, yaşamına tutunmasını sağlamaya çalışmıştı. Ama Ümit için, bu bir çırpınıştan fazlası değildi; kendini kurtarma denemeleri her seferinde onu hayata daha çok bağlayan demir bir zincire dönüşüyordu.

Yaşamındaki bu büyük acıların ortasında tek dayanağı ailesi olmuştu. Ama oğlu Vedat’ın, babasının her başarısız denemesiyle daha da içine kapanması, aralarındaki ilişkiyi derin yaralarla doldurmuştu.

Vedat, babasının ölüme olan arzusuna öfke doluydu. Onun hayata veda etme isteğini anlayamıyor, her seferinde daha büyük bir kin biriktiriyordu içinde. Oğlunun içindeki bu öfkeyi gören Ümit Yaşar, her gün biraz daha yıkılıyordu. Kendini öldürememenin ağırlığı altında ezilirken, oğlunun gözlerinde gördüğü nefreti de taşımak zorundaydı.

Hayat, 1973 yılının o sıcak Haziran gününe kadar böyle devam etmişti. İstanbul, bir kez daha gündelik koşuşturması içinde kalabalığa boğulurken, Galata Kulesi’nden gelen çığlık tüm bu koşturmacayı kesmişti. Vedat, babasının izinden gitmiş, ama onun asla başaramadığını başarmıştı. O gün, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın dünyası tamamen parçalanmıştı. Hayatın anlamını yitirdiği, acının sonsuzluğa dönüştüğü o an, şairin tüm yaşamını yeniden şekillendirmişti. Vedat’ın ölümü, Ümit’in ruhunda kapanmayacak bir yara bırakmıştı.

Ümit Yaşar, yaşamında yazdığı her dizede aslında kendi içsel çığlığını dile getirmişti. Şiirleri, onun yaşadığı acıların birer yansımasıydı. Oğlu Vedat’ın intiharı, onun yaşadığı en büyük trajedi olarak kalacaktı. Galata Kulesi’nden düşen sadece Vedat değildi; babasının içinde yeşerttiği her umut, her sevgi, o kuleyle birlikte parçalanmıştı.

Oğlu Vedat’ın ölümünden sonra Ümit Yaşar, hayata karşı ne bir umut ne de bir bağlılık duydu. Artık sadece acılarla dolu bir yaşamı sürdürmek zorundaydı. İçindeki bu derin boşluğu, hiçbir kelimeyle dolduramayacağını biliyordu. Şiirleri, artık sadece bir baba olarak yaşadığı tarifsiz vicdan azabının yansıması haline gelmişti.

Ümit Yaşar Oğuzcan, hayatının geri kalanını bu büyük acıyla yaşamaya devam etti. Vedat’ın ardından kaleme aldığı şiir, sadece oğluna yazılmış bir ağıt değil, aynı zamanda kendi içsel dünyasında yaşadığı büyük yıkımın da ifadesiydi. Artık hayat onun için bir yük haline gelmiş, her yeni gün, sadece geçmişin acılarını daha derin hissetmesine neden olmuştu.

Onun hayatı boyunca taşıdığı bu derin keder, şiirlerinde bir yankı olarak varlığını sürdürdü. Kendisi, kelimelerle duvarlar örmeye çalışsa da, Vedat’ın kaybıyla açılan yara hiçbir zaman iyileşmedi.

*  *  *

İstanbul'un gürültüsü ve kalabalığı, Ümit Yaşar Oğuzcan'ın içindeki sessizliği hiçbir zaman dindirmedi. Oğlu Vedat’ın trajik ölümünden sonra, hayata karşı olan bağı tümden kopmuş gibiydi. Yaşadığı her gün, acıların gölgesinde geçmişti. Vedat’ın ölümünün ardından yazdığı şiirler, onun içsel çöküşünün ve tarifsiz vicdan azabının yankılarıydı. Yaşadığı her an, sanki yeniden o sıcak yaz günü Galata Kulesi’nin önüne sürüklüyordu onu. Vedat’ın yitip gitmesiyle beraber, Ümit Yaşar da bir parça ölmüştü; geriye kalan, sadece bir beden ve şiirlere dökülmüş hatıralardı.

Oğlu için yazdığı "Bir Adam Düştü Galata Kulesi'nden" şiiri, sadece bir ağıt değil, Ümit Yaşar’ın yaşamındaki derin trajedinin simgesi olmuştu. Ama hayatta kalmak zorundaydı. Kendi acısı ve oğlunun kaybı ile yaşamaya devam etti; fakat bu yaşam, sadece zamanın içinde akıp giden bir boşluktu. Her an Vedat’ın kaybını yeniden yaşıyor, her şiirinde onun boşluğunu biraz daha hissediyordu.

Yıllar geçti. Ümit Yaşar Oğuzcan, ne oğlu Vedat’ı, ne de içindeki acıyı unutabildi. Yaşam onun için artık sadece geçmişin izlerini taşıyan bir sürek avıydı. Ama ölüme hep yakındı. Onu defalarca denemiş, her seferinde başarısız olmuştu. Belki de içindeki acının yansıması, ona ölümü bile çok görmüştü.

Ümit Yaşar Oğuzcan, hayatı boyunca yaşadığı trajediyi dizelere dökse de, hiçbir kelime içindeki boşluğu dolduramadı. Oğlu Vedat’ın acısı, onun ruhunu paramparça etmişti. 1984’teki ölümünden sonra, Ümit Yaşar, sonunda ruhunun özgürlüğüne kavuştu. Bu dünyada bıraktığı acı dolu mirası, şiirlerinde yankılandı. Şairin hayatı, bir dize kadar kısa, ama bir ağıt kadar derin olmuştu.

Ölüm, 1984 yılının bir sonbahar günü, 4 Kasım’da geçirdiği kalp krizi sonucu aldı onu,  oğlunun yanına gitmek üzere bu dünyadan ayrıldı. İstanbul’da geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirmişti.

*  *  *

Sayısız intihar girişimiyle değil, geçirdiği kalp krizi, o dönemde sağlık sorunlarıyla da mücadele eden Oğuzcan’ı hayattan koparmaya yetmişti. Oğlunun acısıyla geçen yılların ardından, şair için ölüm, bir nevi huzura kavuşma anlamı taşıyordu. Yaşamı boyunca intihara meyilli olan ve birçok kez bunu denemiş birisi olarak, oğlunun trajik ölümü ve ardından gelen kendi ölümü, onun trajik hayat hikâyesinin sonuydu.

Hayat, onun için hep bir acı ve kayıptı. Ölümü, Ümit Yaşar’ın kurtuluşuydu belki de; ama geride bıraktığı şiirler, onun ruhunda yaşadığı çırpınışların ebedi izlerini taşıyordu. 58 yaşında veda etti bu dünyaya, ama geride bıraktığı dizeler, onun sonsuz acısını bugüne kadar yaşatmaya devam etti.

Vedat’ın ardından yazdığı şiirle hayatının en büyük travmasını anlatan Ümit Yaşar Oğuzcan, sonunda oğlunun yanına kavuşmuştu. Hayatındaki her acı, her yara, onu nihayet Vedat’a götürmüştü. Ölüm, Ümit için belki de kaçınılmaz sondu; ama oğlu gibi, acılarını geride bırakmak onun için mümkün olmamıştı.

Ümit Yaşar Oğuzcan, hayatı boyunca yaşadığı trajediyi dizelere dökse de, hiçbir kelime içindeki boşluğu dolduramadı. Oğlu Vedat’ın acısı, onun ruhunu paramparça etmişti. 1984’teki ölümünden sonra, Ümit Yaşar, sonunda ruhunun özgürlüğüne kavuştu. Bu dünyada bıraktığı acı dolu mirası, şiirlerinde yankılandı. Şairin hayatı, bir dize kadar kısa, ama bir ağıt kadar derin olmuştu.

www.netturk.com.tr

Editör: Haber Merkezi